Bu Blogda Ara

30 Kasım 2017 Perşembe

18-KEHF

Kur'an'daki Sırası :18.
Nüzul Sırası : 69. sûredir.
Ayet Sayısı :110 ayettir.
İndiği Dönem:Kehf sûresi Mekkî sûrelerden olup 28. âyetin Medine döneminde indirildiği rivâyet edilmiştir. el-Hamdü lillah” ile başlıyan 5 sûreden biridir.,
Sure İsmi : Sûre adını, 9 ve 13–20. âyetlerde anlatılan Ashabı Kehf (Mağara Arkadaşları) kıssasından alır.İnançları sebebiyle putperest imparatorun baskısından ve öldürülmekten kurtulmak için bir mağaraya sığınan gençlerin orada yıllarca uyku hâlinde kalmıştır. Ashab-ı Kehf'in , öldükten sonra tekrar dirilişe örnek olarak anlatılmıştır

15.CÜZ.

Bismillahirrahmanirrahim


Kehf 18/1  Hamd Kitabı kulu üzerine indiren ve ıveca↔onda hiç bir çarpıklık kılmayan her şeyi güzel,yerli yerinde yapan  El- Hamid olan Allah'a aittir.
الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَل لَّهُ عِوَجَا
El hamdü lillahillezi enzele ala abdihil kitabe ve lem yec´al lehu ıveca
Kehf 18/2 Kendi katından Kayyım ↔Dosdoğru olan ; şiddetli bir azabla uyarıp, korkutmak ve salih amellerde bulunan mü'minlere müjde vermek için; Şüphesiz onlara güzel bir ecir ve hasene vardır.
قَيِّمًا لِّيُنذِرَ بَأْسًا شَدِيدًا مِن لَّدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا حَسَنًا
Kayyimen li yunzira be'sen şedîden min ledunhu ve yubeşşirel mu'minînellezîne ya'melûnes sâlihâti enne lehum ecren hasenâ(hasenen).
Kehf 18/3 Ebedi olarak orada kalacaklar.
مَاكِثِينَ فِيهِ أَبَدًا
Mâkisîne fîhi ebedâ(ebeden).
Kehf 18/4Ve, “Allah çocuk edindi!” diyenleri de uyarsın.
وَيُنذِرَ الَّذِينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا
Ve yunzirellezîne kâlûttehazellâhu veledâ(veleden).
Kehf 18/5 Onların ve atalarının o konuda bir bilgisi yoktu,.Ağızlarından çıkan söz ne kadar büyüktür! sadece yalan söylüyorlar !
مَّا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِآبَائِهِمْ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ إِن يَقُولُونَ إِلَّا كَذِبًا
Mâ lehum bihî min ilmin ve lâ li âbâihim, keburet kelimeten tahrucu min efvâhihim, in yekûlûne illâ kezibâ(keziben).
Kehf 18/6 Bu söze inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin!
فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا
Fe lealleke bâhiun nefseke alâ âsârihim in lem yu'minû bi hâzâl hadîsi esefâ(esefen).
Kehf 18/7  Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim.?
إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْأَرْضِ زِينَةً لَّهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا
İnnâ cealnâ mâ alâl ardı zîneten lehâ li nebluvehum eyyuhum ahsenu amelâ(amelen).
Kehf 18/8 Biz elbette onun üzerinde olan şeyleri,kupkuru bir toprak yapacağız..
وَإِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا
Ve innâ le câilûne mâ aleyhâ saîden curuzâ(curuzen).
Kehf 18/9 Yoksa sen, sadece Kehf ve Rakîm sahiplerinin, bizim şaşılacak âyetlerimizden olduğunu mu sandın?
أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَبًا
Em hasibte enne ashâbel kehfi ver rakîmi kânû min âyâtinâ acabâ(acaben).
Kehf 18 /10  Hani o gençler mağaraya sığınmışlardı da ; Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl!,
إِذْ أَوَى الْفِتْيَةُ إِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَا آتِنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا
İz evel fityetu ilel kehfi fe kâlû rabbenâ âtinâ min ledunke rahmeten ve heyyi' lenâ min emrinâ reşed
Kehf 18 /11 Bunun üzerine biz de o mağarada onların kulaklarına nice yıllar perde koyduk
فَضَرَبْنَا عَلَى آذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِنِينَ عَدَدًا
Fe darabnâ alâ âzânihim fîl kehfi sinîne adedâ(adeden).
Kehf  18 /12 Sonra da iki topluluktan hangisinin,bekledikleri süreyi daha iyi hesap edeceğini gösterelim diye onları beas/ uyandırdık.
ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ أَيُّ الْحِزْبَيْنِ أَحْصَى لِمَا لَبِثُوا أَمَدًا
Summe beasnâhum li na'leme eyyul hızbeyni ahsâ limâ lebisû emedâ(emeden).
Kehf 18 /13 Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç gençti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَهُم بِالْحَقِّ إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى
Nahnu nakussu aleyke nebeehum bil hakkı, innehum fityetun âmenû bi rabbihim ve zidnâhum hudâ(huden).
Kehf  18 /14 Biz onların kalplerini sağlam kılmıştık.Kalkıp ,durduklarında şöyle dediler: 'Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O'ndan başkasına tapmayacağız. Aksi takdirde, andolsun ki, aşırı saçma , yanlış bir söz söylemiş oluruz.
وَرَبَطْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَن نَّدْعُوَ مِن دُونِهِ إِلَهًا لَقَدْ قُلْنَا إِذًا شَطَطًا
Ve rabatnâ alâ kulûbihim iz kâmû fe kâlû rabbunâ rabbus semâvâti vel ardı len ned'uve min dûnihî ilâhen lekad kulnâ izen şetatâ(şetaten).
Kehf  18 /15 Şu bizim kavmimiz; O'ndan başka ilahlar edindiler. Onlar hakkında bir ,sultan /açık kanıt getirmeli değiller mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?'
هَؤُلَاء قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ آلِهَةً لَّوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِم بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا
Hâulâi kavmunâttehazû min dûnihî âliheten, lev lâ ye'tûne aleyhim bi sultânin beyyin(beyyinin), fe men azlemu mimmenifterâ alâllâhi kezibâ(keziben).

Kehf  18 /16  Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından uzaklaşmayı tercih ettiniz,  o halde mağaraya  sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden bir genişlik versin ve işinizde kolaylık hazırlasın.
وَإِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ فَأْوُوا إِلَى الْكَهْفِ يَنشُرْ لَكُمْ رَبُّكُم مِّن رَّحمته ويُهَيِّئْ لَكُم مِّنْ أَمْرِكُم مِّرْفَقًا
Ve izi'tezeltumûhum ve mâ ya'budûne illâllâhe fe'vû ilâl kehfi yenşur lekum rabbukum min rahmetihî ve yuheyyi' lekum min emrikum mirfekâ(mirfekan).
Kehf  18 /17 Kendileri ise oranın geniş bir yerindedirler. Güneşin, doğduğunda onların mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini, battığında da onların sol yanlarını kesip geçtiğini görürsün. Bu Allah'ın ayetlerindendir. Allah kimi doğru yola iletirse o doğru yoldadır. Kimi de dalâlette bırakır saptırırsa onun için doğru yola iletici bir dost bulamazsın.
وَتَرَى الشَّمْسَ إِذَا طَلَعَت تَّزَاوَرُ عَن كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَإِذَا غَرَبَت تَّقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ فِي فَجْوَةٍ مِّنْهُ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ مَن يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَن يُضْلِلْ فَلَن تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُّرْشِدًا
Ve terâş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minhu, zâlike min âyâtillâhi, men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Kehf  18 /18 Sen onları uyanık sanırsın. Oysa onlar uykudadırlar. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviririz. Köpekleri de girişte iki kolunu uzatmış dır. Onların durumlarını görecek olsaydın mutlaka arkanı dönüp kaçardın ve onlardan için korku dolardı.
وَتَحْسَبُهُمْ أَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ وَكَلْبُهُم بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَصِيدِ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا
Ve tahsebuhum eykâzan ve hum rukûdun, ve nukallibuhum zâtel yemîni ve zâteş şimâli, ve kelbuhum bâsitun zirâayhi bil vasîd(vasîdi), levittala'te aleyhim le velleyte minhum firâran ve le muli'te minhum ru'bâ(ru'ben).
Kehf 18 /19 Birbirine sorsunlar diye onları böylece uyandırdık. İçlerinden biri, “Ne kadar kaldınız?” dedi. “Bir gün veya bir günden az” dediler. “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Birinizi şu para ile şehre gönderin de, yiyeceklerin en  temiz olanına baksın. Ondan size bir rızık getirsin.Tedbirli olsun ve nazikçe hiçbir kimseye sezdirmeden .
وَكَذَلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَاءلُوا بَيْنَهُمْ قَالَ قَائِلٌ مِّنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالُوا رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُوا أَحَدَكُم بِوَرِقِكُمْ هَذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنظُرْ أَيُّهَا أَزْكَى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُم بِرِزْقٍ مِّنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ أَحَدًا
Ve kezâlike beasnâhum li yetesâelû beynehum, kâle kâilun minhum kem lebistum, kâlû lebisnâ yevmen ev ba'da yevmin, kâlû rabbukum a'lemu bi mâ lebistum feb'asû ehadekum bi verıkıkum hâzihî ilâl medîneti felyanzur eyyuhâ ezkâ taâmen felye'tikum bi rızkın minhu velyetelattaf ve lâ yuş'ıranne bikum ehadâ(ehaden).
Kehf 18 /20 Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluşa eremezsiniz.”
إِنَّهُمْ إِن يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَن تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا
İnnehum in yazherû aleykum yercumûkum ev yuîdûkum fî milletihim ve len tuflihû izen ebedâ(ebeden).

Kehf  18 /21 Böylece, Allah'ın vaadinin hak olduğunu ve o kıyamet saatinde geleceğinde şüphe olmadığını bilsinler diye, insanların onları bulmalarını sağladık. Onların durumlarını aralarında tartışıyorlardı.Diyorlardı ki  Onların adına bir bina yapın”  Oysa, onları en iyi Rabbleri bilir. Tartışmayı kazananlar da: Mutlaka onların yanlarında bir mescid edineceğiz' dediler.
وَكَذَلِكَ أَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُوا أَنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَأَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ فِيهَا إِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ أَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِم بُنْيَانًا رَّبُّهُمْ أَعْلَمُ بِهِمْ قَالَ الَّذِينَ غَلَبُوا عَلَى أَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِم مَّسْجِدًا
Ve kezâlike a'sernâ aleyhim li ya'lemû enne va'dallâhi hakkun ve ennes sâate lâ raybe fîhâ, iz yetenâzeûne beynehum emrehum fe kâlûbnû aleyhim bunyânâ(bunyânen), rabbuhum a'lemu bihim, kâlellezîne galebû alâ emrihim le nettehızenne aleyhim mescidâ(mesciden).
Kehf 18 /22 Onlar üç kişidirler, dördüncüleri de köpekleridir' diyecekler. Yine: 'Beş kişidirler, altıncıları köpekleridir' diyecekler. Ki bu gayba taş atmaktır.'Yedi kişidirler, sekizincileri de köpekleridir' diyecekler. De ki: 'Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir. Pek azı hariç onlar bilmezler.' Artık onlar hakkında bilinenden açık bir tartışmadan ,başka tartışmaya girme ve onlar hakkında onlardan kimseye bir şey sorma.
سَيَقُولُونَ ثَلَاثَةٌ رَّابِعُهُمْ كَلْبُهُمْ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ قُل رَّبِّي أَعْلَمُ بِعِدَّتِهِم مَّا يَعْلَمُهُمْ إِلَّا قَلِيلٌ فَلَا تُمَارِ فِيهِمْ إِلَّا مِرَاء ظَاهِرًا وَلَا تَسْتَفْتِ فِيهِم مِّنْهُمْ أَحَدًا
Se yekûlûne selâsetun râbiuhum kelbuhum, ve yekûlûne hamsetun sâdisuhum kelbuhum racmen bil gaybi, ve yekûlûne seb'atun ve sâminuhum kelbuhum, kul rabbî a'lemu bi ıddetihim mâ ya'lemuhum illâ kalîl, fe lâ tumâri fîhim illâ mirâen zâhirâ(zâhiren), ve lâ testefti fîhim minhum ehâdâ(ehâden).
Kehf 18/ 23 Ve hiçbir şey hakkında, "Ben bu işi yarın mutlaka yapacağım" deme;
وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَلِكَ غَدًا
Ve la tekulenne li şey´in inni faılün zalike ğada
Kehf 18/ 24.Ancak "Allâh dilerse de.. Unuttuğun zaman Rabbini an ve ""Rabbimin beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştırcağını umarım"
إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ وَاذْكُر رَّبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَى أَن يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَذَا رَشَدًا
İllâ en yeşâallâhu vezkur rabbeke izâ nesîte ve kul asâ en yehdiyeni rabbî li akrabe min hâzâ raşedâ
Kehf 18/ 25 Onlar mağaralarında üç yüzyıl kaldılar.Buna dokuz daha eklediler.
وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا
Ve lebisû fî kehfihim selâse mietin sinîne vezdâdû tis'â(tis'an).

Kehf 18/ 26 De ki: 'Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O ne güzel Görendir! O ne güzel İşitendir! Onların, O'ndan başka hiçbir dostları yoktur ve O hükmüne / kararına hiç kimseyi ortak etmez.'
قُلِ اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثُوا لَهُ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَبْصِرْ بِهِ وَأَسْمِعْ مَا لَهُم مِّن دُونِهِ مِن وَلِيٍّ وَلَا يُشْرِكُ فِي حُكْمِهِ أَحَدًا
Kulillâhu a'lemu bimâ lebisû, lehu gaybus semâvâti vel ard(ardı), ebsır bihî ve esmı', mâ lehum min dûnihî min veliyyin ve lâ yuşriku fî hukmihî ehadâ
Kehf 18/ 27 Rabbinin Kitabından sana vahyedileni oku. O'nun sözlerini değiştirecek yoktur. O'ndan başka sığınılacak birini de bulamazsın.
وَاتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِن كِتَابِ رَبِّكَ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ وَلَن تَجِدَ مِن دُونِهِ مُلْتَحَدًا
Vetlu mâ ûhıye ileyke min kitâbi rabbike, lâ mubeddile li kelimâtihî ve len tecide min dûnihî multehadâ(multehaden).
Kehf 18/ 28 Rablerinin yüzü rızasını isteyerek ,sabah ,akşam ona dua edenlerle beraber ,sen de sabret. Dünya hayatının süsüne kapılıp gözlerini onlardan kaydırıp uzaklaştırma. Kalbini bizi anmaktan alıkoyduğumuz, hevasına ↔ heveslerine uymuş ve işi de aşırılık olan kimseye itaat etme /uyma.
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا
Vasbır nefseke meallezîne yed'ûne rabbehum bil gadâti vel aşiyyi yurîdûne vechehu ve lâ ta'du aynâke anhum, turîdu zînetel hayâtid dunyâ ve lâ tutı' men agfelnâ kalbehu an zikrinâ vettebea hevâhu ve kâne emruhu furutâ(furutan).
Kehf 18/ 29 De ki: 'Hak Rabbinizdendir.Artık dileyen iman etsin, dileyen  inkar etsin.' Şüphesiz biz zalimlere duvarları kendilerini çepeçevre kuşatacak bir ateş hazırladık. Yardım istediklerinde kendilerine erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su ile kendilerine yardımda bulunulur. O ne kötü bir içecektir! Orası ne kötü bir duraktır
وَقُلِ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَن شَاء فَلْيُؤْمِن وَمَن شَاء فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِن يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاء كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءتْ مُرْتَفَقًا
Ve kulil hakku min rabbikum fe men şâe felyu'min ve men şâe felyekfur innâ a'tednâ liz zâlimîne nâran ehâta bihim surâdikuhâ, ve in yestegîsû yugâsû bi mâin kel muhli yeşvîl vucûhe, bi'seş şerâb(şerâbu) ve sâet murtefekâ(murtefekan).
Kehf 18/ 30 Şüphesiz iman edip amilûs sâlihâti ↔ıslah edici  amellerde bulunanlar ise; biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini zayi etmeyiz.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ عَمَلًا
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti innâ lâ nudîu ecre men ahsene amelâ(amelen).

Kehf 18/ 31 Onlar için Adn cennetleri vardır. Altlarından ırmaklar akar. Orada altın bileziklerle süslenir ve ince ipekten ve kalın atlastan yeşil elbiseler giyerek tahtlara yaslanırlar. Orası ne güzel bir duraktır.
أُوْلَئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِّن سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ نِعْمَ الثَّوَابُ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا
Ulâike lehum cennâtu adnin tecrî min tahtihimul enharu yuhallevne fîhâ min esâvire min zehebin ve yelbesûne siyâben hudran min sundusin ve istebrakın muttekiîne fîhâ alâl erâiki, ni'mes sevâb(sevâbu), ve hasunet murtefekâ(murtefekan).
Kehf 18/ 32 Onlara şu iki adamı mesel ↔örnek ver: Onlardan birine iki üzüm  bahçesi vermiş, çevresini hurmalarla donatmış, ikisinin arasına da bir ekinlik koymuştuk.
وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلًا رَّجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِأَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ أَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًا
Vadrıb lehum meselen raculeyni cealnâ li ehadihimâ cenneteyni min a'nâbin ve hafefnâhumâ bi nahlin ve cealnâ beynehumâ zer'â(zer'an).
Kehf 18/ 33  İki bahçenin ikisi de meyvelerini verdi. Ve ondan bir şey eksik  bırakmamıştı. İkisinin arasından bir nehir akıttık.
كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ آتَتْ أُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْئًا وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًا
Kiltel cenneteyni âtet ukulehâ ve lem tazlim minhu şey’en ve feccernâ hılâlehumâ neherâ(neheren).
Kehf 18/ 34  Onun başka ürünleri de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: 'Ben malca senden daha zengin,  kişiler bakımından da daha güçlüyüm dedi..'
وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌ فَقَالَ لِصَاحِبِهِ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَنَا أَكْثَرُ مِنكَ مَالًا وَأَعَزُّ نَفَرًا
Ve kâne lehu semerun, fe kâle li sâhıbihî ve huve yuhâviruhû ene ekseru minke mâlen ve eazzu neferâ(neferen).
Kehf 18/ 35  Derken kendine zulmederek bağına girdi. Şöyle dedi: “Buranın sonsuza değin yok olacağını sanmıyorum.
وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ قَالَ مَا أَظُنُّ أَن تَبِيدَ هَذِهِ أَبَدًا
Ve dehale cennetehu ve huve zâlimun li nefsihî, kâle mâ ezunnu en tebîde hâzihî ebedâ(ebeden).

Kehf 18/ 36 “Kıyamet /saati kopacağını da sanmıyorum.  Rabbime döndürülsem bile muhakkak bundan daha hayırlısına dönüşmüş olanı bulurum.
وَمَا أَظُنُّ السَّاعَةَ قَائِمَةً وَلَئِن رُّدِدتُّ إِلَى رَبِّي لَأَجِدَنَّ خَيْرًا مِّنْهَا مُنقَلَبًا
Ve mâ ezunnus sâate kâimeten ve le in rudidtu ilâ rabbî le ecidenne hayran minhâ munkalebâ(munkaleben).
Kehf 18/37 Arkadaşı onunla konuşarak dedi ki: 'Seni topraktan sonra nutfeden yaratan, sonra da sevva /düzgün bir adam kılığına koyan Rabbini inkar mı ettin?
قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَكَفَرْتَ بِالَّذِي خَلَقَكَ مِن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ سَوَّاكَ رَجُلًا
Kale lehu sahibühu ve hüve yühavirruhu e keferte billezı halekake min türabin sümme min nutfetin sümme sevvake racüla
Kehf 18/38   O Allah ki  benim Rabbim ve ben Rabbime karşı hiçbir şeyi ortak koşmam.
لَّكِنَّا هُوَ اللَّهُ رَبِّي وَلَا أُشْرِكُ بِرَبِّي أَحَدًا
Lâkinne huvallâhu rabbî ve lâ uşriku bi rabbî ehadâ
Kehf 18 /39 Bağına girdiğin zaman «maşaallahu la kuvvete illa billah» Allah’tan başka kuvvet yoktur.dese idin olmaz mıydı? Beni malca ve evlâtça kendinden daha az görsen bile
وَلَوْلَا إِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاء اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ إِن تُرَنِ أَنَا أَقَلَّ مِنكَ مَالًا وَوَلَدًا
Ve lev lâ iz dehalte cenneteke kulte mâ şâallâhu lâ kuvvete illâ billâh(billâhi), in tereni ene ekalle minke mâlen ve veledâ(veleden)
Kehf 18 /40  Belki Rabbim bana senin bahçenden  daha hayırlısını verir;  Ve onun üstüne gökten   yakıp yıkan bir afet' indiriverir de bahçen böylece kaygan bir toprak haline gelir.
فَعَسَى رَبِّي أَن يُؤْتِيَنِ خَيْرًا مِّن جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا حُسْبَانًا مِّنَ السَّمَاء فَتُصْبِحَ صَعِيدًا زَلَقًا
Fe asâ rabbî en yu’tiyeni hayran min cennetike ve yursile aleyhâ husbânen mines semâi fe tusbiha saîden zelekâ
Kehf 18 /41Yahut, suyu yerin altına çekilir de, onu bir daha aramaya güç yetiremezsin.
أَوْ يُصْبِحَ مَاؤُهَا غَوْرًا فَلَن تَسْتَطِيعَ لَهُ طَلَبًا
Ev yusbiha mâuhâ gavran fe len testetîa lehu talebâ
Kehf 18 /42   Derken ürünleri kuşatıldı ve onun için  sarfetiklerine  avuçlarını oğuşturmaya başladı.  çardakları yıkılmış durumdaydı. Kendisi de: 'Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım' diyordu.
وَأُحِيطَ بِثَمَرِهِ فَأَصْبَحَ يُقَلِّبُ كَفَّيْهِ عَلَى مَا أَنفَقَ فِيهَا وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَا لَيْتَنِي لَمْ أُشْرِكْ بِرَبِّي أَحَدًا
Ve uhîta bi semerihî fe asbeha yukallibu keffeyhi alâ mâ enfeka fîhâ ve hiye hâviyetun alâ urûşihâ ve yekûlu yâ leytenî lem uşrik bi rabbî ehadâ
Kehf 18 /43 Ona, Allah'tan başka yardım edecek birileri yoktu; kendi kendine de yardım edemedi.
وَلَمْ تَكُن لَّهُ فِئَةٌ يَنصُرُونَهُ مِن دُونِ اللَّهِ وَمَا كَانَ مُنتَصِرًا
 Ve lem tekun lehu fietun yansurûnehu min dûnillâhi ve mâ kâne muntesirâ(muntesiran).
Kehf 18 /44 İşte burada velayet  Allah’a ait bir haktır.O'nun vereceği  en hayırlı  mükâfat↔ sevapda ve  işlerin sonunu hayırlı kılacak olan da odur.
هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلَّهِ الْحَقِّ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا
Hunâlikel velâyetu lillâhil hakkı, huve hayrun sevâben ve hayrun ukbâ(ukben).
Kehf 18 /45 Onlara dünya hayatının örneğini bildir: Tıpkı gökten indirdiğimiz bir su gibi ki yerin bitkileri onunla  sarmaş dolaş olur  ve  sonra rüzgarların savurduğu  kuru bir çer çöpe döner Allah,El-Müktedir- Mutlak iktidar sahibi ,her şey üzerinde iktidar sahibi olan  .her şeye güç yetirendir.
وَاضْرِبْ لَهُم مَّثَلَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ فَأَصْبَحَ هَشِيمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُّقْتَدِرًا
Vadrıb lehum meselel hayâtid dunyâ ke mâin enzelnâhu mines semâi fahteleta bihî nebâtul ardı fe asbeha heşîmen tezrûhur riyâhu, ve kânallâhu alâ kulli şey'in muktedirâ(muktediran).

Kehf 18 /46  Mallar ve evlatlar, dünya hayatının  ziynetidir  Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da umut olarak da daha hayırlıdır.
الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِندَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا
El mâlu vel benûne zînetul hayâtid dunyâ, vel bâkıyâtus sâlihâtu hayrun inde rabbike sevâben ve hayrun emelâ(emelen).
Kehf 18 /47 O gün dağları yürütürüz, yeri dümdüz görürsün, onların hepsini haşredip bir yere toplarız ve onların hiçbirini bırakmayız.
وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْأَرْضَ بَارِزَةً وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ أَحَدًا
Ve yevme nuseyyirul cibâle ve terâl arda bârizeten ve haşernâhum fe lem nugâdir minhum ehadâ(ehaden).
Kehf 18 /48 Saf saf   Rabbine sunulurlar. 'Andolsun, sizi ilk kez yarattığımız gibi bize geldiniz. Hayır, size olan vaadimiz için bir zaman belirlemediğimizi sanıyordunuz.
وَعُرِضُوا عَلَى رَبِّكَ صَفًّا لَّقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ بَلْ زَعَمْتُمْ أَلَّن نَّجْعَلَ لَكُم مَّوْعِدً
Ve uridû alâ rabbike saffâ(saffen), lekad ci'tumûnâ kemâ halaknâkum evvele merratin, bel zeamtum ellen nec'ale lekum mev'ıdâ(mev'ıden).
Kehf 18/49 Defterleri önlerine konur.Suçluları,içindekilerden korkuya kapılmış görürsün. “Eyvah bize! Bu nasıl Bu nasıl bir defter ki ,küçük, büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” derler. Onlar bütün yaptıklarını karşılarında bulurlar. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez.
وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَا وَيْلَتَنَا مَالِ هَذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا
Ve vudıal kitâbu fe terâl mucrimîne muşfikîne mimmâ fîhi ve yekûlûne yâ veyletenâ mâ li hâzâl kitâbi lâ yugâdiru sagîraten ve lâ kebîraten illâ ahsâhâ, ve vecedû mâ amilû hâdırâ, ve lâ yazlimu rabbuke ehadâ
Kehf 18/ 50 “Bir gün meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ demiştik  İblis’ten başka, Onlar  hemen secdeye kapandılar; O da cinlerden idi; Böylece Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun zürriyyetinimi  dost ediniyorsunuz? Hâlbuki o size düşmandır. Zalimler için ne kötü ne kötü bir değişme!
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ أَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ أَوْلِيَاء مِن دُونِي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمِينَ بَدَلًا
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne minel cinni fe feseka an emri rabbihî, e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvvun, bi'se liz zâlimîne bedelâ
Kehf 18/ 51  Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.
مَا أَشْهَدتُّهُمْ خَلْقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَا خَلْقَ أَنفُسِهِمْ وَمَا كُنتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلِّينَ عَضُدًا
Mâ eşhedtuhum halkas semâvâti vel ardı ve lâ halka enfusihim ve mâ kuntu muttehızel mudıllîne adudâ(aduden).
Kehf 18/ 52  O gün: 'Benim ortaklarım olduklarını sandıklarınızı çağırın' der. Onları çağırırlar amadavetlerine icabet edecek yoktur. Biz aralarına bir engel koymuşuzdur.
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ أَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ أَوْلِيَاء مِن دُونِي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمِينَ بَدَلًا
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne minel cinni fe feseka an emri rabbihî, e fe tettehızûnehu ve zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvvun, bi'se liz zâlimîne bedelâ(bedelen).
Kehf 18/ 53 Suçlular ateşi görürler ve onun içine kendilerinin düşeceklerini anlarlar. Fakat ondan kaçacak bir yer de bulamazlar.
وَرَأَى الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّوا أَنَّهُم مُّوَاقِعُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا مَصْرِفًا
Ve rael mucrimûnen nâre fe zannû ennehum muvâkıûhâ ve lem yecidû anhâ masrifâ(masrifen).
Kehf 18/ 54 Andolsun, biz bu Kur’an’da insanlar için her türlü misali, değişik şekillerde açıkladık. Fakat insan tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür.
وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِن كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْإِنسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا
Ve lekad sarrafnâ fî hâzâl kur'âni lin nâsi min kulli meselin, ve kânel insânu eksere şey'in cedelâ
Kehf 18/ 55  Kendilerine hidayet geldiğinde insanları iman etmekten ve Rabblerinden af dilemekten alıkoyan şey, sadece öncekilerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut azabın göz göre göre kendilerine gelmesini mi bekliyorlar ?
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَن يُؤْمِنُوا إِذْ جَاءهُمُ الْهُدَى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ إِلَّا أَن تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ أَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا
Ve mâ menean nâse en yu’minû iz câe humul hudâ ve yestagfirû rabbehum illâ en te’tiyehum sunnetul evvelîne ev ye’tiyehumul azâbu kubulâ(kubulen).

Kehf 18/ 56 Biz, elçileri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. İnkâr edenler ise, hakkı batılla  ortadan kaldırmak için ,mücadele ederler. Âyetlerimizi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar.
وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ وَيُجَادِلُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَمَا أُنذِرُوا هُزُوًا
Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîne, ve yucâdilullezîne keferû bil bâtılı li yudhıdû bihil hakka vettehazû âyâtî ve mâ unzirû huzuvâ(huzuven).
Kehf 18/57  Rabbinin ayetleri hatırlatıldığı halde onlardan yüz çeviren ve ellerinin önceden işlediğini unutandan daha zalim kim olabilir? Biz, onu anlamamaları için kalplerinin üstüne örtüler kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen onları doğru yola çağırsan da bu durumda asla doğru yola gelmezler.
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن ذُكِّرَ بِآيَاتِ رَبِّهِ فَأَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ إِنَّا جَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَن يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِن تَدْعُهُمْ إِلَى الْهُدَى فَلَن يَهْتَدُوا إِذًا أَبَدًا
Ve men azlemu mimmen zukkire bi âyâti rabbihî fe a’rada anhâ ve nesiye mâ kaddemet yedâhu, innâ cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ(vakran) ve in ted’uhum ilâl hudâ fe len yehtedû izen ebedâ
Kehf 18/58 Senin Rabbin,el gafur suçları örterek, çok bağışlayan er- rahim ikramı bol, çok merhamet edicidir Onları yaptıklarından dolayı hemen hesaba çekecek olsaydı Onlara azab için acele ederdi Hayır; onlar için vaadedilen bir vakit vardır ki ondan kaçacak bir yer bulamazlar
وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ لَوْ يُؤَاخِذُهُم بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَ بَل لَّهُم مَّوْعِدٌ لَّن يَجِدُوا مِن دُونِهِ مَوْئِلًا
Ve rabbukel gafûru zur rahmeti, lev yuâhızuhum bi mâ kesebû le accele lehumul azâb(azâbe), bel lehum mev’ıdun len yecidû min dûnihî mev’ilâ(mev’ilen).
Kehf 18/59 İşte zulmettiklerinde yok ettiğimiz kentler . Helâk edilmeleri için de belli bir zaman tayin etmiştik.
وَتِلْكَ الْقُرَى أَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِم مَّوْعِدً
Ve tilkel kurâ ehleknâhum lemmâ zalemû ve cealnâ li mehlikihim mev’ıdâ(mev’ıden).
Kehf 18/60 Hani Musa genç adamına: 'İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar devam edecek yahut uzun zamanlar yürüyeceğim' demişti.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّى أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُبًا
Ve iz kâle mûsâ li fetâhu lâ ebrahu hattâ ebluga mecmeal bahrayni ev emdıye hukubâ(hukuben).

Kehf 18/61 Onlar ikisinin  birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. O  denizde yolunu tutup kayıp gitti.
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا
Fe lemmâ belega mecmea beynihimâ nesiyâ hûtehumâ fettehaze sebîlehu fîl bahri serabâ(seraben).
Kehf 18/62  Orayı geçtiklerinde genç adamına dedi ki: 'Azığımızı getir. Andolsun, bu yolculuğumuzdan dolayı yorgun düştük.'
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَدَاءنَا لَقَدْ لَقِينَا مِن سَفَرِنَا هَذَا نَصَبًا
Fe lemmâ câvezâ kâle li fetâhu âtinâ gadâenâ lekad lekînâ min seferinâ hâzâ nasabâ(nasaben).
Kehf 18/63 Şöyle dedi “Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada gerçekten balığı unutmuşum. – Onu hatırlamamı Şeytan'dan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu.
قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنسَانِيهُ إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَبًا
Kâle e raeyte iz eveynâ ilâs sahrati fe innî nesîtul hût(hûte), ve mâ ensânîhu illâş şeytânu en ezkurehu, vettehaze sebîlehu fîl bahri acebâ(aceben).
Kehf 18/64  Dedi ki:“''İşte bizim aradığımız da buydu' dedi.Böylece kasasâ↔izlerini takib ederek geri döndüler.
قَالَ ذَلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِ فَارْتَدَّا عَلَى آثَارِهِمَا قَصَصًا
Kâle zâlike mâ kunnâ nebgı ferteddâ alâ âsârihimâ kasasâ(kasasan).
Kehf 18/65 Derken kullarımızdan kendisine katımızdan bir ikram/ rahmet  verdiğimiz ve tarafımızdan bir ilim öğrettiğimiz bir kulumuzu buldular.
فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا
Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ(ilmen).
Kehf 18/66 Ona dedi ki: "Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"
قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا
Kâle lehu mûsâ hel ettebiuke alâ en tuallimeni mimmâ ullimte ruşdâ(ruşden).
Kehf 18/67 Dedi ki "Sen benimle birlikte olmaya sabretmeye asla güç yetiremezsin
قَالَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا
Kâle inneke len testetîa maiye sabrâ(sabran).
Kehf 18/68   'İç yüzünü bilmediğin, hakikatini kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?'
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْرًا
Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ(hubran).
Kehf 18/69 “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın. Hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim” dedi.
قَالَ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ صَابِرًا وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْرًا
Kâle se tecidunî inşâallahu sâbiran ve lâ a’sî leke emrâ(emren).
Kehf 18/70 O da şöyle dedi: “O hâlde, eğer bana tabi olacaksan, benim  sana anlatmadığım konular   hakkında ,bana bir şey sormayacaksın.”
قَالَ فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا
Kâle fe initteba’tenî fe lâ tes’elnî an şey’in hattâ uhdise leke minhu zikrâ(zikren).

Kehf 18/71 Böylece ikisi de yola koyuldular. Nihayet gemiye bindiklerinde O, onu ↔gemiyi  deliverdi. Musa↔ Dedi ki  'Sen içindekileri boğmak için mi bunu deldin?  Gerçekten sen şaşılacak bir şey yaptın!'
فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا رَكِبَا فِي السَّفِينَةِ خَرَقَهَا قَالَ أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا لَقَدْ جِئْتَ شَيْئًا إِمْرًا
Fentalakâ, hattâ izâ rakibâ fîs sefîneti harakahâ kâle e haraktehâ li tugrika ehlehâ, lekad ci’te şey’en imrâ(imren).
Kehf 18/72  Demedim mi, dedi: doğrusu sen benimle sabredemezsin?
قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا
Kâle e lem ekul inneke len testetîa maiye sabrâ(sabran).
Kehf 18/73  Musa ↔ dedi ki Unuttuğum şeyden dolayı beni azarlama; işimde bana güçlük çıkarma.
قَالَ لَا تُؤَاخِذْنِي بِمَا نَسِيتُ وَلَا تُرْهِقْنِي مِنْ أَمْرِي عُسْرًا
Kâle lâ tuâhıznî bimâ nesîtu ve lâ turhıknî min emrî usrâ(usren).
Kehf 18/74 İkisi yola koyuldular.Nihayet bir oğlan çocuğuna rastladılar. O, hemen onu öldürdü. Musa dedi ki "Sen cana karşılık olmadan suçsuz birinin canına kıydın ha?  Doğrusu sen, nukrân ↔çirkin bir iş yaptın!” dedi.
فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُ قَالَ أَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍ لَّقَدْ جِئْتَ شَيْئًا نُّكْرًا
Fentalekâ, hattâ izâ lekıyâ gulâmen fe katelehu kâle e katelte nefsen zekiyyeten bi gayri nefsin, lekad ci’te şey’en nukrâ
 
16.CÜZ

Kehf 18/75  Ben sana, sen benimle beraber bulunmağa sabredemezsin dememiş miydim? dedi.
قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِي صَبْرًا
Kâle e lem ekul leke inneke len testetîa maıye sabrâ(sabran).

Kehf 18/76 "Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme.Hakikaten benim tarafımdan yeterince mazeret işittin.
قَالَ إِن سَأَلْتُكَ عَن شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْنِي قَدْ بَلَغْتَ مِن لَّدُنِّي عُذْرًا
Kâle in seeltuke an şey’in ba’dehâ fe lâ tusâhıbnî, kad belagte min ledunnî uzrâ(uzren)
Kehf 18/77 Yeniden yola koyuldular. Nihayet  bir karyenin ↔kasaba ehline, ↔ahalisine  varıp yemek istediler. Ama , onlar bu ikisini  misafir etmekten cekindiler  Orada yıkılmak üzere bir duvar buldular ve O kul , hemen onu düzeltti. Dedi ki: Eğer isteseydin bu yaptığın işe karşılık bir ücret alabilirdin.
فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا أَتَيَا أَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا أَهْلَهَا فَأَبَوْا أَن يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فِيهَا جِدَارًا يُرِيدُ أَنْ يَنقَضَّ فَأَقَامَهُ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرًا
Fentalekâ, hattâ izâ eteyâ ehle karyetinistat’amâ ehlehâ fe ebev en yudayyifûhumâ fe vecedâ fîhâ cidâren yurîdu en yenkadda fe ekâmehu, kâle lev şi’te lettehazte aleyhi ecrâ(ecren).
Kehf 18/78  Dedi ki: İşte böylece seninle yol ayrımına gelmiş olduk." dedi, "Şimdi sana, sabır göstermediğin bütün o olayların tevîlini ↔ iç yüzünü, açıklayacağım
قَالَ هَذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا
Kâle hâzâ firâku beynî ve beynike, se unebbiuke bi te’vîli mâ lem testetı’ aleyhi sabrâ(sabran)
Kehf 18/79 O gemi, denizde çalışan birtakım miskin kimselere ait idi. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi gasbederek  ele geçiren bir kral vardı.”
أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدتُّ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءهُم مَّلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْبًا
Emmâs sefînetu fe kânet li mesâkîne ya’melûne fîl bahri fe eradtu en eîbehâ ve kâne verâehum melikun ye’huzu kulle sefînetin gasbâ(gasben).
Kehf 18/80 Oğlan çocuğuna gelince: Onun anne babası mü'min kimselerdi. Biz onun ,onları taşkınlığa ve küfre sürükleyeceğinden korktuk.
وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَن يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًا
Ve emmâl gulâmu fe kâne ebevâhu mu’mineyni fe haşînâ en yurhikahumâ tugyânen ve kufrâ(kufren).

Kehf 18/81 Böylece, İstedik ki, Rableri onun yerine kendilerine temizlikçe daha hayırlı ve merhamet bakımından daha yakınını versin
فَأَرَدْنَا أَن يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِّنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْمًا
Fe eradnâ en yubdilehumâ rabbuhumâ hayran minhu zekâten ve akrabe ruhmâ(ruhmen).
Kehf 18/82  Duvara gelince: O şehirdeki iki yetim çocuğa aitti ve altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları da salih biriydi. Rabbin istedi ki erginlik çağına gelsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını diledi. kendiliğimden yapmış değilim. Haklarında sabır gösteremediğin şeylerin te'vîli  / varacağı sonuç  şte budur.dedi
وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنزٌ لَّهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحًا فَأَرَادَ رَبُّكَ أَنْ يَبْلُغَا أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنزَهُمَا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ذَلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا
Ve emmâl cidâru fe kâne li gulâmeyni yetîmeyni fîl medîneti ve kâne tahtehu kenzun lehumâ ve kâne ebûhumâ sâlihan, fe erâde rabbuke en yeblugâ eşuddehumâ ve yestahricâ kenzehumâ rahmeten min rabbike ve mâ fealtuhu an emrî, zâlike te’vîlu mâ lem testı’ aleyhi sabrâ(sabran).
Kehf 18/83 Zu'l-Karneyn hakkında sorarlar. De ki: "Size, “  Ona âit haberleri size tilâvet edeceğim
وَيَسْأَلُونَكَ عَن ذِي الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَأَتْلُو عَلَيْكُم مِّنْهُ ذِكْرًا
Ve yes’elûneke an zîl karneyn, kul se etlû aleykum minhu zikrâ
Kehf 18/84 Gerçekten biz onu yeryüzünde güçlü bir iktidar sahibi kılmış ve  ona her şeyden bir sebeb-bir yol verdik
إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِن كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا
İnnâ mekkennâ lehu fîl ardı ve âteynâhu min kulli şey’in sebebâ(sebeben).
Kehf 18/85  O da bir yol tuttu gitti.
فَأَتْبَعَ سَبَبًا
Fe etbea sebebâ(sebeben).O da bir yol tuttu gitti

Kehf 18/86 Güneşin battığı yere vardığında onu,balçıklı bir kaynakta batıyor buldu. Ayrıca onun yanında bir kavim gördü. Dedik ki: «Ey Zulkarneyn, ya onları cezalandırırsın veya haklarında bir güzel muamelede bulunursun.»
حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِندَهَا قَوْمًا قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِمَّا أَن تُعَذِّبَ وَإِمَّا أَن تَتَّخِذَ فِيهِمْ حُسْنًا
Hattâ izâ belega magribeş şemsi vecedehâ tagrubu fî aynin hamietin ve vecede indehâ kavmen, kulnâ yâ zel karneyni immâ en tuazzibe ve immâ en tettehıze fîhim husnâ(husnen)
Kehf 18/87  Dedi ki: "Kim zulmederse biz onu azablandıracağız, sonra Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azabla azablandırır."
قَالَ أَمَّا مَن ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ إِلَى رَبِّهِ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُّكْرًا
Kâle emmâ men zaleme fe sevfe nuazzibuhu summe yuraddu ilâ rabbihî fe yuazzibuhu azâben nukrâ(nukren).
Kehf 18/88 Kim iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona  kolay olan emirlerimizden vereceğiz.
وَأَمَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَاء الْحُسْنَى وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ أَمْرِنَا يُسْرًا
Ve emmâ men âmene ve amile sâlihan fe lehu cezâenil husnâ ve se nekûlu lehu min emrinâ yusrâ(yusren).
Kehf 18/89 Sonra yine bir yol tuttu.
ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا
Summe etbea sebebâ(sebeben).
Kehf 18/90  Güneşin doğduğu yere ulaşınca, güneşin kendilerini ondan koruyacak bir örtü yapmadığımız bir kavim üzerine doğmakta olduğunu gördü.
حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلَى قَوْمٍ لَّمْ نَجْعَل لَّهُم مِّن دُونِهَا سِتْرًا
Hattâ izâ belega matlıaş şemsi vecedehâ tatluu alâ kavmin lem nec’al lehum min dûnihâ sitrâ(sitren).


 Kehf 18/91 İşte böyle. Biz onun yanında olan ,her şeyi haberdar olarak, kuşatmıştık.
كَذَلِكَ وَقَدْ أَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا
Kezâlike, ve kad ehatnâ bimâ ledeyhi hubrâ(hubran).
 Kehf 18/92 Sonra yine bir başka yol tuttu.
ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا
Summe etbea sebebâ(sebeben).
Kehf 18/93  Nihayet iki seddin arasına ulaştığında onların/sedlerin  önünde neredeyse hiçbir söz anlamayan bir kavim buldu.
حَتَّى إِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِن دُونِهِمَا قَوْمًا لَّا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا
Hattâ izâ belega beynes seddeyni vecede min dûnihimâ kavmen lâ yekâdûne yefkahûne kavlâ(kavlen).
Kehf 18/94 Onlar dediler ki: 'Ey Zulkarneyn! Doğrusu Ye'cuc ve Me'cuc yeryüzünde bozgunculuk etmektedirler. Sana bir vergi versek onlarla bizim aramızda bir set yapsan olmaz mı?"
قَالُوا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلَى أَن تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا
Kâlû yâ zel karneyni inne ye’cûce ve me’cûce mufsidûne fîl ardı fe hel nec’alu leke harcen alâ en tec’ale beynenâ ve beynehum seddâ(sedden).
Kehf 18/95  Şöyle dedi: “Rabbimin bana verdiği imkan, sizinkinden daha iyidir. Bana   iş gücünüzle bedenen yardım ediniz de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.”
قَالَ مَا مَكَّنِّي فِيهِ رَبِّي خَيْرٌ فَأَعِينُونِي بِقُوَّةٍ أَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًا
Kâle mâ mekkennî fîhi rabbî hayrun fe eînûnî bi kuvvetin ec’al beynekum ve beynehum radmâ(radmen).

Kehf 18/96 “Bana demir kütleleri getirin!” Kütleler iki dağın arasını doldurunca, “Körükleyin!” dedi. Demirler akkor haline gelince, “Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim” dedi.
آتُونِي زُبَرَ الْحَدِيدِ حَتَّى إِذَا سَاوَى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انفُخُوا حَتَّى إِذَا جَعَلَهُ نَارًا قَالَ آتُونِي أُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًا
Atûnî zuberal hadîdi, hattâ izâ sâvâ beynes sadafeyni kâlenfuhû, hattâ izâ cealehu nâran kâle âtûnî ufrig aleyhi kıtrâ(kıtran).
Kehf 18/97 Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç yetirebildiler.
فَمَا اسْطَاعُوا أَن يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا
Femâstâû en yazherûhu ve mâstetâû lehu nakbâ(nakben).
Kehf 18/98  Dedi ki: 'Bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi geldiğinde onu dümdüz eder. Rabbimin vaadi gerçektir.' 
قَالَ هَذَا رَحْمَةٌ مِّن رَّبِّي فَإِذَا جَاء وَعْدُ رَبِّي جَعَلَهُ دَكَّاء وَكَانَ وَعْدُ رَبِّي حَقًّا
Kâle hâzâ rahmetun min rabbî, fe izâ câe va’du rabbî cealehu dekkâe, ve kâne va’du rabbî hakkâ(hakkan).
Kehf 18/99 O gün onları birbirleri içinde dalgalanır halde bırakırız. Sur'a da üflenir ve artık onların tümünü biraraya toplarız.
وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ فِي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًا
Ve teraknâ ba’dahum yevme izin yemûcu fî ba’dın ve nufiha fîs sûri fe cema’nâhum cem’â(cem’an).
Kehf 18/100    O gün cehennemi kâfirler için açıkça göstermişizdir
وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لِّلْكَافِرِينَ عَرْضًا
Ve aradnâ cehenneme yevme izin lil kâfirîne ardâ(ardan).

Kehf 18/101 Onlar ki gözleri benim zikrime karşı perde içindeydi ve  dinlemeye katlanamıyorlardı.
الَّذِينَ كَانَتْ أَعْيُنُهُمْ فِي غِطَاء عَن ذِكْرِي وَكَانُوا لَا يَسْتَطِيعُونَ سَمْعًا
Ellezîne kânet a’yunuhum fî gıtâin an zikrî ve kânû lâ yestetîûne sem’â(sem’an).
Kehf 18/102  İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kafirler için bir  konak olarak hazırlamışız.
أَفَحَسِبَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَن يَتَّخِذُوا عِبَادِي مِن دُونِي أَوْلِيَاء إِنَّا أَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِرِينَ نُزُلًا
E fe hasibellezîne keferû en yettehızû ibâdî min dûnî evliyâe, innâ a’tednâ cehenneme lil kâfirîne nuzulâ(nuzulen).
Kehf 18/103  De ki: 'Ameller bakımından en çok ziyana uğrayacakları size haber verelim mi?
قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا
Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ(a’mâlen).
Kehf 18/104 "Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar."
الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا
Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).
Kehf 18/105 İşte onlar, Rabblerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir. Biz onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü/değerlendirmeye tabi tutmayacağız.
أُولَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَائِهِ فَحَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فَلَا نُقِيمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَزْنًا
Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ

Kehf 18/106 İşte, inkâr etttikleri , ayetlerimi ve elçilerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir.
ذَلِكَ جَزَاؤُهُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَرُسُلِي هُزُوًا
Zâlike cezâuhum cehennemu bimâ keferû vettehazû âyâtî ve rusulî huzuvâ(huzuven).
Kehf 18/107  İman edip ,salih ameller işleyenlerin konakları ise Firdevs cennetleridir.
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلًا
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti kânet lehum cennâtul firdevsi nuzulâ(nuzulen).
Kehf 18/108 Orada sonsuza kadar kalanlar. Oradan ayrılmak da istemezler.
خَالِدِينَ فِيهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلًا
Hâlidîne fîhâ lâ yebgûne anhâ hıvelâ(hıvelen).
Kehf 18/109 De ki: “Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadarını daha ilâve etsek, Rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi.”
قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
Kul lev kânel bahru midâden li kelimâti rabbî le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbî ve lev ci’nâ bi mislihî mededâ(mededen).
Kehf 18/110 De ki: "Şüphesiz ben, ancak sizin gibi sadece bir beşerim. ; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve " Rabbine ibadette  hiç kimseyi ortak tutmasın."
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَن كَانَ يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا
Kul innema ene beşerum mislüküm yuha ileyye ennema ilahüküm ilahüv vahid fe men kane yercu likae rabbihı felya´mel amelen salihav ve la yüşrik bi ıbadeti rabbihı ehada



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder